NİÇİN ASKERLERE İHTİYAÇ DUYARIZ?

https://unsplash.com/@fandrejevic


Bu yazıda insanlık tarihinin muhtemelen en eski mesleğini ele alacağım. Bu konuyu ele alırken Türkiye ve yakın coğrafyasından örneklerle tezimi güçlendireceğim. Askerlik hizmeti günümüz dünyasında tartışılan konulardan biridir. Ülkelerin bazıları zorunu askerlik hizmetiyle vatandaşlarını zorunlu bir eğitime tabi tutarken bazı ülkeler böyle bir anlayışa sahip değiller. Zorunlu askerlik uygulamasını kullanan ülkeler: Türkiye, Yunanistan, Mısır, İsrail, Suriye, Güney Kore, Kuzey Kore, İran, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan… ve liste devam ediyor. Batılı ülkelerde bu uygulama yalnızca İsviçre’de görülüyor. İsviçre’de bütün kadın ve erkekler zorunluk askerlik hizmetini yerine getiriyorlar. Zorunlu askerlik uygulamasının olduğu ülkelere baktığımızda genel anlamda Orta Doğu ve Asya bölgesi daha baskın. Bunun da sebebi aşikardır sanmaktayım.

 

Giriş

 

Batı dünyasının asker ve askerlikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde antipatisinin oluştuğu kesin. Soğuk Savaş döneminde batılı ülkeler askeriye ihtiyacını NATO’dan veya Varşova Paktı üzerinden sağlamıştır. Soğuk Savaş sona ererken, 80’li yılların başından sonuna kadar dünyada Neo-Liberal politikalar baskınken batı dünyası askeri harcamaları kademeli olarak azalmıştır. Zorunlu askerlik uygulaması kalkmıştır. Bir daha savaş olmayacağı düşüncesiyle hareket edilmiştir. Asker sınıfının, çağdaş demokrasinin temel niteliklerine karşı denge ve uzlaşı içinde siyasi otoriteyle (sivillerle) anlaşamadığını düşünenler çoktur. Dahl, ideal demokrasiyi tanımlarken beş kritik unsur sayar bunlardan biri olarak da şunu söyler: “Asker ve polis güçleri, demokratik yollarla seçilmiş resmi görevlilerin tam denetimi altında olmadığı sürece demokratik siyasi kurumların gelişmesi ya da varlığını sürdürmesi mümkün değildir”.[1] Asker veya polis güçleri çeşitli durumlarda ve zamanlarda siyasi otoriteye karşı tavır alır. Bu tavır muhtıra (duyuru, açıklama) şeklinde olabilir ya da sahaya inip, seçilmiş hükümeti devirme (darbe, ihtilal) şeklinde cereyan edebilir. 1950-2010 tarihleri arasında dünyadaki askeri müdahaleleri irdeleyen Powell ve Thyne, 457 tespitle askeri müdahaleler konusunda çarpıcı bir gerçeği ortaya koymuşlardır. Bu darbelerin 12 tanesi Avrupa’da, 72 tanesi Ortadoğu’da, 59 tanesi Asya’da, 169 tanesi Afrika’da ve 145 tanesi Latin Amerika’da gerçekleşmiş, yapılan müdahaleler %46,96 ortalama ile başarıyla sonuçlanmıştır.[2] Buradan şu sonuç çıkmaktadır. Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri 80’li yıllarda gösterdikleri bireysel açılımlarla, geniş özgürlük alanlarıyla ve hukuksal gelişmelerle sivil alanı toplumun her kesimine yaymayı başarmıştır. Bu sebepten dolayı Avrupa ülkelerinde veya Kuzey Amerika’da darbe veya darbe girişimi gör-e-müyoruz. Halkın siyasi otoriteye karşı huzursuzluğu olsa dahi bu huzursuzluğu askeri kanat vasıtasıyla çözme arayışına gitmediğini görüyoruz. Bu sivil genişleme alanı Orta Doğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika’da katbekat daha az. Belki de batılı ülkeler bu bölgelerdeki ülkelere batılı demokrasi götürmek görevini bir süreliğine askıya alıp, hak ve özgürlükleri anlatmaya çalışsa bölge için daha olacaktır. Böylece, demokrasi de kendi kendine o ülkede filizlenir. 

 

Sivil-asker ilişkilerini batılı ülkeler üzerinde inceledik yine Avrupa ülkeleri üzerinden askerleri düşünmeye devam edelim. Avrupa ülkelerinin askeri harcamaları ve askere verdiği önemin ne kadar az olduğunu ancak ne kadar önemli olduğunu da Ukrayna-Rusya savaşında gördük. Ukrayna eğer kimi batılı ülkelerinin yaptığı hataya düşüp askeri harcamaları kıssa bugün Rusya’ya kolay lokma olacaktı ancak Ukrayna ne yaptı? Savunma sanayisini son 10 yıla geliştirdi, Avrupa ve Türkiye’den silah almaya devam etti ve uçak endüstrisi alanında Avrupa’nın sayılı ülkelerinden biri haline geldi. Elbette, Rusya gibi askeri harcaması veya kapasitesi yok ancak Rusya’nın bu bölgede kolay zafer almasını engelleyecek kadar askeriyeye sahip. Ukrayna-Rusya savaşından sonra uykudan uyanan ülkelerden biri de Avrupa’nın lokomotifi Almanya. Son yıllarda askeri geliştirmeler konusunda yetersiz kalan Almanlar üzerine harcamaları da kısınca ordu alanında diğer ülkelerden biraz geri kaldı. Scholz'un konuşmasında verdiği ayrıntılar, kapsamlı reformlar ve milyarlarca euroluk yeni silah alımları öngörüyor. Avrupa'nın İnsansız Hava Aracı (İHA) projesi Eurodrone için gerekli anlaşmalar imzalandı, ilerleme kaydedilmeye odaklanılacak. İsrail yapımı silahlı insansız hava aracı Heron'ların satın alım süreci ise hızlandırılacak. Alman hükümeti, ABD'den F-35' savaş uçaklarının alınması seçeceğini de değerlendirecek.[3] Bu konularda Almanların adım atması bizlere şunu gösteriyor. Dünya hala kötü bir yer ve kendimizi savunmak için soyut kavramları ortaya atamayız. Elde ettiğimiz kazanımlardan olan soyut kavramları (özgürlük, hak, hukuk) korumak için somut şeylere (askeri harcamalar) yönelmemiz gerektiğini bizlere gösteriyor. Dünya’da bir tane daha savaş istemiyorsak caydırıcılığı arttırmalı, ülkelerin ülkeleri işgal edemeyeceği konuma getirmemiz gerekiyor. Bu cümleleri kurarken ülkeleri daha da fazla silahlandırmaktan, savaş açmaktan falan bahsetmiyorum. Dünya’da kalıcı veya geçici barışı istiyorsak silahsızlanma yoluna da gidemeyiz diyorum.

 

Türkiye’de asker-sivil-halk üçgeni

 

Türkiye tarihinde asker-sivil ilişkisinin kökenine baktığımızda Osmanlı dönemi karşımıza çıkıyor. Modern Türkiye’nin kurucularının Osmanlı’da asker sınıfı mensup olmaları Türkiye Cumhuriyeti’nde asker-sivil zıtlığının başlangıcı sayılmaktadır. Türkiye’de askeriye sınıfına verilen görev anayasada yazılığı üzere Cumhuriyeti korumak ve kollamaktır. Anayasada yapılan bu tanımlama Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK) geniş yelpazede yaptırım gücü ve alanı bırakmaktadır. Görev tanımında spesifik görevlendirme yapılmaması Silahı Kuvvetlerin Türkiye tarihinde sivillerle karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri kendini Cumhuriyet rejiminin muhafazasından sorumlu tutmasından dolayı Cumhuriyete karşı bir tehlike gördüğü anda karşı koymak için anında harekete geçmiştir. İlk tehlikeyi Demokrat Parti döneminde görmüşlerdir. Atatürk ve İnönü dönemlerinde böyle bir tehlikeyi görmeleri olanaksızdır. Adnan Menderes’in Devrim Kanunlarını yumuşatması, laiklik uygulamalarının gevşemesi ve İslami geleneğe mensup kişilerin daha fazla gözle görünür hale gelmesinden dolayı askeriye Demokrat Parti’nin ilk dört yılından itibaren partiye mesafeli olmuştur. Askerler, Cumhuriyeti koruma ve kollamaya uygun hareket ederek seçilmiş hükümeti 27 Mayıs 1960 günü indirmişlerdir. Ancak, her darbe (ihtilal) kan getirmek durumunda değildir. Bazı darbeler ardında demokrasiler, hak ve özgürlükler de getirir. 1974 Portekiz, 1960 Türkiye ve 2011 Mısır askeri müdahalelerini demokratik sonuçlar doğuran darbeler olarak nitelendirilmektedir.[4] 1960 darbesi sonrası asker, Demokrat Parti iktidarı yıllarında yapılan kısıtlanan sivil özgürlük alanlarını genişletmiş, üniversitelere özerklik tanımış, anayasayı ve kurumları çağdaşlaştırmıştır. Türkiye’de Birinci Cumhuriyeti nasıl asker kurduysa İkinci Cumhuriyeti de asker kurmuştur. Ancak İkinci Cumhuriyet, ilki kadar demokratik ve kansız şekilde gelmemiştir. Türkiye’de yaşanan askeri darbeleri, muhtıraları veya kararları karşılaştırdığımızda hiçbiri 1960 darbesi kadar sivil haklara saygı duymamıştır. 60 darbesini yapan subaylar anayasa için ülkedeki en iyi hukukçularla iş birliğine gitmiş ve o güne kadar ki -hatta tarihimiz açısından da- en demokratik en modern anayasamızı hazırlatmıştır. 

Türkiye’de haklar veya hukuksal kazanımlar hiçbir zaman siviller tarafından bizzat alınmamıştır. Halka veya çeşitli zümrelere verilen haklar veya hukuksal kazanımlar hep birileri tarafından verilmiştir. Bunda halkın kültürel ve eğitimsel seviyesinin batılı ülkelerdeki kadar gelişmediğin de göstergesi olarak sayılabilir. Türkiye toplumunda sivilleşmeden çok kümülatif değerler yargısı hâkim olduğundan tarih boyunca Türkiye sahasını yöneten medeniyetlerin, imparatorlukların ve cumhuriyetin hemen hemen hepsinin merkeziyetçi anlayışla toplumu yönetmesinden kaynaklı olarak Türkiye’deki insanların temel hak ve özgürlükleri konusunda fikirleri dahi bulunmamakta. 


https://www.pexels.com/tr-tr/@abdghat

Asker, Kemal ve İnönü Paşalardan sonra vesayeti elinden çekip alan Demokrat Parti iktidarını düşürdükten sonra 1961 Anayasası ile MGK adını verdiği bir kurumla siyaset-üstü bir konuma kendini atmıştır. Siviller MGK hakkında siyasi yorum yapamaz hatta eleştiri dahi getiremez olmuştur. Orası cumhuriyetin güvenliğinin tartışıldığı, değerlerin ve ilkelerin geride kaldığı yalnızca cumhuriyetin bekasının düşünülmesi gerektiğini söyleyen bir kurum olmuştur. Asker de tam olarak bunu istiyordu. Sivil-asker gerginliği çoğu sefer MGK toplantılarında kamuoyuna yansımıştır. Siyasilerin çoğu TSK komuta kademesinden hazzetmemesine karşı askere tek kelime dahi de edememiştir. İlk olarak halkın çoğunluğunun güvendiği bir kurum olan TSK’ya yapılan bir eleştiri oy kaybına veya hükümete mal olabilirdi. Aynı zamanda değişken bir coğrafyada yaşadığımızdan sebeptir ki Türk Cumhuriyeti mutlak suretle askere ihtiyaç duymaktadır. Yaşadığımız bu coğrafyada barışı ve istikrarı sürdürebilmemiz için kuvvetli orduya ihtiyacımız vardır. Teknik yeterlilik bakımından son yıllarda atılan Savunma sanayi hamleleri bu ihtiyacın göstergelerindendir. TSK’nın süratle yapması gereken, Silahlı kuvvetler içerisindeki irticai faaliyetlerle meşgul olan personelleri ordudan uzaklaştırması gerekmektedir. Ordunun ihtiyacını karşılayacak kaliteli ve yeterli personel için de bir an önce askeri lise ve akademinin açılması gerekmektedir. Askeriye sivilleşen üniversite tipiyle kalifiyeli asker yetiştiremez. 

 

Sonuç

 

Batılı ülkelerde 1980’li yıllarda yaşanan özgürlükçü, serbestiyetçi ve barışçıl rüzgarlar ülkelerin askeri kanadının zayıflamasına sebep olmuştur. Avrupa Birliği kurumunun kurulmasıyla birlikte Avrupa ülkeleri kendi aralarında savaş çıkmayacağı düşüncesiyle savunma bütçelerini azalmış, askeri teknoloji konusunda kendini yeterli seviyede geliştirememiştir. Avrupa ülkeleri ve halkları militarizmi yanlış anlamış, askerlerin gücünü kısmanın batılı demokrasilerin temel gayesi olarak görmeleri bu yanlış anlaşılmayı körüklemiştir. Avrupa’da 80’li yıllardan sonra yaşanan Yugoslav Savaşlarına ve Rusya’nın yayılmacı tavrına karşı yeterli cevap veremeyen Avrupalı devletler siyasi anlamda güç kaybı yaşamıştır. Askeri gücün zayıf olduğu Avrupalı ülkelerde 2000’li yıllardan itibaren demokrasi ileri değil daha da geri gitmiştir. Yunanistan, Türkiye, Macaristan, Polonya gibi ülkelerde popülist iktidarlar sivil alanı kısıtlayan hareketlerde bulunmuşlar ve demokrasilerin ilerlemesinin önüne geçmişlerdir. 2006-2021 yılları arasındaki demokrasi anlamında kötü gidişatı örneklemek için Dünya Demokrasi Endeksine bakalım. Yunanistan 2006’da 8.13 puandan 2021 yılında 7.56’ya düşmüştür. Türkiye, 5.70’ten 4.35’e. Macaristan, 7.53’ten 6.50’ye. Polonya, 7.30’dan 6.80’e düşmüşlerdir. Türkiye özelinde bu düşüşün sebebi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Tayyip Erdoğan’ın anti-laik, anti-demokratik adımlarını denetleyen kurumların yerle bir edilmiş olmasıdır. 2002-2011 yılları arasında Türkiye’nin batılı demokrasiler içerisine girmeye çalışırken askeriyeden hızla kurtulma çabası olmuştur. Bunun için AKP anayasaya göre suç örgütü olan Fettullahçılarla birlikte hareket etmiştir. Fettullahçılar ile AKP 2007-2008 yıllarını takiben TSK’ya karşı bir dizi operasyonla Cumhuriyetin hamisine hukuk darbesinde bulunmuştur. TSK’nın içerisinden milliyetçi, Kemalist unsurlar temizlenmeye çalışılmıştır. Önemli kademelere Fettullahçılar veya muhafazakâr askerler getirilmiştir. Ardından halkın önüne, Avrupa Birliğine de mutlu etmek için, 2010 referandumu getirilmiştir. Bu referandumdan sonra askerin vesayeti ortadan kalkmıştır. Dördüncü Cumhuriyet bir nevi ilan edilmiştir. Askerin olmadığı bir siyaset arenasında yalnızlaşan AKP, Avrupai değerlerden ve demokratik değerlerden hızlıca uzaklaşmıştır. Sivil hak ihlalleri, anayasa ihlalleri ve hukuksal ihlaller Türkiye’de sıkça yaşanmaya başlamıştır. Askerin olmadığı sistemi istediği gibi şekillendiren AKP, yıllardır söylediği üzere “askersiz bir sistem daha demokratiktir” söylemini uyguladığı otoriter rejimle birlikte tarihe gömmüştür. Otoriter rejim Türkiye’ye altından kalkamayacağı dış borç, ekonomik sıkıntılar ve kültürel gerileme getirmiştir. Bizim gibi ülkelerde yani Avrupa halkları kadar bireysel düşüncenin gelişmediği, bireysel hak ve özgürlüklerin anlamının bilinmediği ülkelerde sistemi koruyan unsurun olmayışı otoriterleşmeye ön ayak olmuştur. Türkiye’de son 20 yıldır yaşadıklarımız aslında sistemin doğru kurulduğunu bu sistemin bozulmasıyla birlikte ön görülemez sonuçlar ortaya çıkardığını gördük. Şimdi sistemi yeniden kurma zamanı. AKP yerine gelecek iktidarı zor bir görev bekliyor… Cumhuriyet, kimin vesayeti altına bırakılacak? Onu zaman gösterecek…



[1]  Robert Dahl, Demokrasi Üzerine, çev., Betül Kadıoğlu, Ankara: Phoenix, 2010, s.162-174.

[2]  Jonattan M. Powell ve Clayton. L. Thyne, “Global Instances of Coups from 1950 to 2010: A New Dataset”, Journal of Peace Research, 48 (2), 2011, s. 255.

[3]  https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-60569415

[4]  Varol, “The Democratic Coup d’Êtat”, s.289, 299, 294.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.