ESKİNİN YENİSİ - AKP'NİN İLK YILLARINDAN BUGÜNE

kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Cumhuriyet_Mitingleri

Türkiye eski Türkiye mi? Yoksa tüm yaşadıklarımız zaten önceden yaşanmış şeyler mi? Birilerinin dediği gibi Türkiye 2002-2013 arasında cennet bir yer miydi? Türkiye, Avrupa Birliği ve Kürt açılımlarıyla demokratikleşmiş miydi? O dönemde tüm halk zenginleşmiş miydi? Sahiden hiçbir sorunumuz yok muydu? İstatistiki değerler yükselince somut olarak her şey iyileşmiş mi sayılıyordu? Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları hiç anti-demokratik söylemlerde bulunmuyor muydu? Muhafazakâr camia yardım isterken onlara yardım eden AKP, demokratik ve sorun çözücü mü oluyordu? Peki ya sekülerler yardım istediğinde neden o yıllarda anti-demokratik, sorun çıkaran ve oyunbozan ilan ediliyordu? Gerçekten de cumhuriyetçiler, cumhuriyeti muhafaza etmek yerine kendi konumlarını mı korumaya çalışıyordu? O yıllarda ben çocuktum. Kimin ne olduğunu daha kestiremiyordum. Sadece ben değil Türkiye’de o dönemlerde herkes çok sık taraf değiştirdiği için kimin neyi savunduğunu bilemiyordunuz. Ama kamuoyu, iktidar ve akdemi dünyasın celladını çok kolay bulmuştu: Müesses nizam ve onu savunanlar. Türkiye’de bu iki kavram denilince akla ilk, Atatürkçü, Cumhuriyet Halk Partili veya seküler insanlar geliyordu. Statükocu, değişmeyen kuralları olan katı insan tipi hemen akıllara geliyor. Kurumların yapısını kökten değiştirme bahanesiyle yerle bir eden, ordu mensuplarını düşmanlaştırarak Avrupa Birliği ülkelerine ‘biz artık sivilleşiyoruz’ mesajı veren, suçsuz insanları anti-demokratik yollarla içeri atan AKP’nin kapatılmasını isteyenler şeytan oluyordu o yıllarda. 2010 Referandumuna ‘Hayır’ diyenler hain ilan ediliyordu o yıllarda. Haklılık, bir anda gelen bir şey değildi. Tarih boyunca da böyle olmamıştı. Mustafa Kemal, haklılığını göstermek için akademi yıllarından kırklı yaşlarına kadar bekledi ve sonunda haklı çıktı. Bizler de 2010’lu yıllarda dediklerimiz yüzünden medeniyetsiz, hain ve anti-demokratik gibi cümlelere maruz kaldık ancak ne oldu? Kimler haklı çıktı? Geziden sonra atılan adımlarla birlikte batılı demokrasiden uzaklaşınca Yetmez Ama Evet tayfasında da yeni bir furya başladı. Eskiye karşı nefret. Türkiye’nin geçmişle ilgili düşüncesi ve anıları karmakarışık olduğunu düşünsem bile günümüzdeki sorunları hiç bugün ne yapabiliriz diye değil de o zamandakiler böyle yapmasaydı diye argüman üretmek pek sağlıklı değil. Mesela, 1990’lı yıllara laf etmeyi anlasam da 2000’lerin de o yıllardan farklı olmadığı düşünüyorum. 90’lı yılların başında Avrupa Birliği’ne girme eğilimi vardı. 90’lı yılların sonunda bu eğilim köreldi. 90’lı yılların sonunda etkisini gösteren ekonomik kriz hayatın tamamını etkiledi ve Türkiye’yi çıkmaza sürükledi. Faili meçhul cinayetler, anti-demokratik söylemler, devlet-mafya ilişkisi ve toplumda ayrımcılığa uğrayanlara karşı müdahaleler gibi maddeler 90’lı yılları evvela kara yıllar veya kayıp yıllar olarak tanımlanmasına sebebiyet verebilir. 
 
kaynak: Anadolu Ajansı


İsterseniz gelin bir de 2000’li yıllara gidelim. 2000’li yıllar ekonomik sıkıntılarla başladı ancak kurumların çalışmaları sonucunda kriz kontrol altına alındı ve devlet en azından planlamalarını yapacak ekonomik duruma geldi. 2000’li yılların başlarında da Avrupa Birliği’ne giriş süreci başlatıldı. Faili meçhul cinayetler ve olaylar yine yaşandı. 90’lı yılların Susurluk Olayı varsa 2000’li yılların Balyoz ve Ergenekon davalarıyla başlayan cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan bir örgütün operasyonları var. Elbette bu örgüt 2000’li yıllarda kurulmadı veya genişlemedi. Ancak önemli pozisyonlara birer birer gelmelerinin, devletin içine iyice girmeleri 2000’li yılların “tek” iktidarı sayesinde olmuştur. Eskiden birilerinin kontrolünde olan ve istediği her şeye sansür uygulama hakkı olanlar varsa bu yıllarda da “YouTube’a Türkiye’den erişimin engellenmesi” “PayPal’ın faaliyetlerinin durdurulması” ve “Twitter’ın kapatılması” gibi bir dizi yeni medyayı sansürle susturmaya çalışanlar oldu. 90’lı yıllarda Türkiye’nin çeşitli yerlerinde silahlı ve bombalı saldırılar yaşandı. Ancak cumhuriyet tarihinde AKP dönemindeki kadar terör saldırısıyla karşılaşmadık. 2003 İstanbul saldırıları, 2007 Ankara Saldırısı, 2008 Güngören Saldırısı olmak üzere erken 2000’li yılarda “güvenlikçi” iç politikaya geçmeden önce bile karşımıza bu olaylar çıkmıştır. Güvenlikçi politikalara geçilmesinden itibaren Türkiye 90’lı yılları aratan “kapkara” iki yıl geçirmiştir. 2015-2016 yılları arası Suruç Katliamı, Ankara Garı katliamı, 2016 Sultanahmet Saldırısı, 2016 Şubat Ankara Saldırısı, Mart 2016 Ankara Saldırısı, Mart 2016 İstanbul Taksim Saldırısı, 2016 Vezneciler Saldırısı, Atatürk Havalimanı Saldırısı, Ağustos 2016 Gaziantep Saldırısı, Cizre Saldırısı, Şemdinli Saldırısı, 2016 Beşiktaş Saldırıları, 2016 Kayseri Saldırısı ve Reina Katliamı yaşanmıştır. Bu aralıkta ülkemizde daha da fazla saldırı yaşanmış olup, bunlara ek olarak 15 Temmuz Darbe girişimiyle “güvenlikçi” politikanın otoriterleşmesinin miladı olacak olay da yine bu tarihlerde yaşanmıştır. Bu saydığım olaylarda binlerce yurttaş hayatını kaybetmiştir. Terör saldırılarını bitirmenin formülü olarak OHAL yasalarını devreye sokarak ülkeyi bu vaziyetten çıkarmanın tek yolunu yine kendinin olduğunu söyleyen iktidar AKP, OHAL yasaları yürürlükteyken ülkenin sistemini değiştirmiştir. 
 
Şimdi “Yetmez ama Evet”çilere seslenmek durumunda kalıyorum. 2010’da o değişikliğe destek vermeseydiniz… AKP aslında liberal bir partidir demeseydiniz… Ergenekon ve Balyoz davalarını sivilleşme adımı olarak görmeseydiniz… Avrupa Birliği konusunda aldanmasaydınız… Bu katliamlar yaşanır mıydı? Ülke bu kadar itibar kaybına uğrar mıydı? Türkiye otoriterleşir miydi? Elbette hata cumhuriyetçilerin, Kemalistlerin ve milliyetçilerin AKP’nin kapatılmasını istemesiydi. Doğru… 
 
Faili meçhul cinayetler tarihin her döneminde yaşandığı gibi Türkiye tarihi içerisinde önemli yer tutar. Siyasetçiler, kanaat önderleri, akademisyenler, gazeteciler gibi meslek gruplarına mensup kişilere yapılan cinayetler çoğu zaman aydınlatılamamıştır. Türkiye’de faili meçhul cinayetler 90’lı yıllarda tavan yapmıştır. Devletin içerisindeki gruplar istediği gibi hareket edebilme imkânı bulmuş, arkasına devletin imkanlarını alarak devlete iş yapmaya başlamışlardır. Bu olayın farklı bir versiyonunu biz 2000’li yıllarda FETÖ ve AKP arasındaki iş birliğinde görürüz. Danıştay Saldırısıyla, FETÖ ve AKP baş örtüsü meselesini adalete ders verme şeklinde önümüze getirerek mesajı daha 2006 yılında verir. İstedikleri politikayı uygulamak için devletin kurumunda kamu memuru öldürmek birileri için doğal karşılanırken, Anıtkabir’e devlet erkanının gitmesi anti-demokratiktir kimileri için…Adaleti dağıtanlara hesap sormaya kalkan, siyasi iradeye ses çıkartanlara destek veren aydınların, askerlerin, anayasa mahkemesi üyelerinin, avukatların ve akademisyenlerin Danıştay Saldırısına karşı düzenlenen yürüyüşe katılmalarına karşıdır ülkemizdeki bazı liberaller… Bu onlara göre müesses nizamın oyunudur.
 
Bu ülkede kendi görev yerinde ölen savcının memleketidir burası. Kimse güvende değildir derken sadece savcılardan, öğrencilerden, siyasetçilerden bahsetmiyorum. Bizden de bahsediyorum. Halktan. Kadınlardan. Münevver Karabuluttan… Hatırladığım ilk kadın cinayeti olan Münevver Karabulut cinayeti benim üzerimde epey tesiri olmuştur. Akşam haberlerinde gördüğümde haberi çocuk aklımla anlamlandırmaya çalışıyordum. Bir insan neden parça parça çöp konteynırına bırakılır? 90’lı yıllarda kadın cinayetleri yaşandıysa 2000’li yıllarda da artarak devam etti. Bunu önlemeye çalışan ‘samimi’ ve ‘ciddi’ bir siyasi irade o zamanlarda da yoktu şimdi de yok. AKP iktidarının son yıllarına baktığımızda kadın cinayetlerinde gözle görülür bir artış var. Bu özenle yapılmış bir akademik araştırma gerektirmiyor. Gözle görülür seviyede artık. Medeni iktidarımız bu konuda ne gibi adımlar atıyor? Nasıl çözümler sunuyor? Bilinmiyor.
 
Geçmişte atılan yanlış adımlar günün sonunda hepimizin topallamasına, nefes nefese kalmasına veya başımızın dönmesine sebebiyet verdi. Göz boyayan büyüme rakamları, artan GSMYH rakamları, düşen işsizlik, 2009 krizinin Türkiye’yi “sözde” teğet geçmesi, birliğe katılmak için yasalar, vesayet rejiminin ortadan kaldırılması gibi “muhteşem” olayların sonucunda Türkiye geri dönülemez bir şekilde değişti. Artık eskisi gibi medeni değiliz. Artık Türkiye’de sadece birileri özgür, herkes özgür değil. Türkiye geri dönülemez hatalar sonucunda büyüme rakamlarının etkisinde kalarak gelecek nesillerin hayatlarını çöpe attı. 2022 yılından, ekonomik anlamda ’94 yılını anımsatan bir yıldan, kötülüklerin alışkanlık haline geldiği bir yıldan geriye dönüp bakıldığında 2002-2013 yılları arasının da rezil yıllar olduğunu sizlere anlatmak istedim. O dönem halkımızın anlayamamış olmasını anlayabiliyorum. Ekonomik olarak sorunların nispeten az olduğu bir dönemde halktan bir anda AKP iktidarına karşıt görüş benimsemesini istemek de akıl dışı olacaktır. Fakat günümüzde o yılların güzellemesini sırf ekonomik alanda iyi olmamızdan ötürü yapanlara en ufak saygım bulunmamakta. AKP iktidarının 90’lı yıllardan, derin devletten, FETÖ’den veya farklı ölümcül yapılardan hiçbir farkı yok. AKP hükümetleri ve Erdoğan Türkiye’nin gelişmesini engelleyen, medenileşme yolundaki en düşmanlarından biridir. Halkımız en azından gün geçtikçe bunu yavaş yavaş anlamaya başlıyor.
 


Zamanın akşına karşı hep haklı olan bizleri ötekileştirenler günümüzde hayat pahalılığından, adaletsizliklerden, anti-demokratik yaklaşımlardan, sansürlerden, devletten şikâyet ediyorlar. Ergenekon ve Balyoz davalarında içeri atılan, psikolojik işkencelere maruz bırakılan ordu mensuplarını, akademisyenleri, iş insanlarını anmadan bu yazıyı bitirmek yakışık kalmaz. O günlerde başlarını dik tutup devlete ve halka karşı suç işleyenlerin yanlarında olmayan Kemalistlerin fikren ve bedenen aynı safta olmanın mutluluğu ve gururu içerisindeyim. Bu ülkede her ne yapılırsa yapılsın bir karış toprak dahi kalsa içerisinden Mustafa Kemal de Ali Tatar da çıkarmasını bilir. Yazımı noktalarken, Ergenekon Kumpası sırasında yapılan suçlamaları gururuna yediremeyip çok sevdiği ailesinden ve mesleğinden ayrılmak zorunda kalan Ali Tatar’ın veda mektubuyla bitirmek istiyorum. 

“Tam her şeyden kurtulduk derken sizlerden bir ayrılık durumu daha yaşamak durumundayım. Bu ayrılık ebedi ayrılıktır. Eğer öbür dünya varsa... İleride orada buluşuruz. (…) Dediğim gibi bana sakın kızmayın. Belki bu süreç altı ay, bir yıl sonra geçecek. Ancak benim buna dayanacak hâlim yok. (…) Belki benim ölümüm bu durumda olan başkalarının aydınlığa çıkışına bir ışık olur. Boşu boşuna ölmemiş olurum. Bu şekilde ölmeyi hiç istemezdim. Buna en çok karşı çıkan bendim. (…) Şu anda çok duygusal değilim. Ağlamıyorum. Yalnız içim buruk ve kırgın. Bana bu oyunu oynayanlara ve sahip çıkmayanlara kırgınım. Şunu bilin ki en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek [adına] hayatıma son veriyorum.”
 


Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.