|
kaynak: https://unsplash.com/@sefatikiz
Uzun seneler boyunca kamusal alanın dışına itilmiş İslamcılar, 70’li yıllardan itibaren siyasi alanda boy göstermeye başlamıştır. 1974 yılında koalisyon ortağı olduklarında hareket daha çok gençtir aynı zamanda olgunlaşmamıştır. Ülkenin tüm kurumlarına sirayet etme durumu o yıllarda gözlenmesi çok zordur. Milli Selamet partisine mensup kişilerin en dipten gelmelerinin etkisinin meyvelerini %11,80 oy oranı alarak toplamışlardır. 1980 darbesinden sonraki senelerde siyasi anlamda başarıyı yakalamayan İslamcılar Özal dönemindeki “özgürlükçü” fikirler arasında kendilerine yer açmaya çalışmışlardır. Siyasal İslam’ın yükselişinin tarihini aslında seksenlerin ortasından itibaren başlatmak mümkün. Özal, kamu kurum ve kuruluşlarında kılıf kıyafet kanununu değiştirmek için çalışmalara girişmişse de Anayasa Mahkemesi kanun teklifini geçersiz kılmıştır. 80’li yıllarda İslamcılar, kadrolarını yeniden yenileyip 90’lı yılların karışıklığı içerisinde siyasi sahneyi iyi okumuşlardır. Siyasal İslam’a karşı yapılan argümanlar onların yükselişine engel olamamıştır. Bunun sebebini Ruşen Çakır şöyle özetlemekte; 1980 ve 90’lı yıllarda dünyada ve Türkiye’de İslami hareketin yükselişinden memnun olmayanlar arasında iki farklı eğilim baskındı: “İslamcılığı tehdit olarak görmekle birlikte önemsememek, zira iktidar olmalarının asla mümkün olmadığını düşünmek ve İslamcılığı ciddi bir tehdit olarak görüp önemsemekle birlikte bu hareketin neden ve nasıl güçlendiğini anlamak, kavramak istememek.” 1994 Belediye 1995’de de Genel seçimlerde gösterdikleri başarıyla Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirleri yönetme durumuna gelmişler, 22 yıl sonra da iktidara uzanmışlardır. 28 Şubat dönemi sonrasında koalisyonda yaşanan çatlaklar sonrasında İslamcıların iktidardan düşmüş gözüktü. İşte bu onları tehdit ve düşman olarak benimseyen kişilerce yapılan bir hataydı. O süreçte iki deprem, büyük bir ekonomik kriz ve dünyada 11 Eylül saldırıları yaşandı. Arkasında büyük bir güç ve destek alan AKP iktidara geldi. Siyasi ve kamusal alanda çalkantılı ve sancılı geçen uzunca yıllardan sonra “tek” başına iktidara gelen İslamcılar siyasi, kamusal ve ekonomik gücü tek başlarına kontrol ederek sistemi kendilerine benzetmeye çalıştılar. Bürokratik sistemi tek bir kişiye bağladılar, rejimi değiştirdiler ve batılı diye çıktıkları yolda Türkiye’yi otoriter rejime sürüklediler. Siyasi arenada galip geldiler, ekonomik alanda galip geldiler, kamusal alanda onların hükmü geçmeye başladı… Tüm bu alanlarda tek başına istediklerini yapar, sözleri geçer oldu ancak neden kültür alanında “tek” başlarına iktidar olamıyorlar? Recep Tayyip Erdoğan bu konu hakkında 2017 yılında şunları söylemiştir: “Biliyorsunuz siyasî olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz –hamdolsun– siyasî iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılı.” Türkiye kurulduğundan beri kültürel ve sosyal anlamda bütün güç devletin elindeydi. Devlet kurumları sosyal ve kültürel anlamda etkisini halkın üzerine çok rahatça yayabiliyordu. Devleti tek başına yönetmeye başladıktan sonra devletin üst kademlerindeki görevlileri tasfiye eden AKP, yerlerine İslami entelektüelleri koymadı veya koymak istemedi. Görece kalitesiz insanlar Kültür ve Turizm Bakanlığında çeşitli rollere geldiler, TRT veya Anadolu Ajansı gibi devlet kurumlarını yöneten kaliteli bürokratların yerlerini “pelikancılar” aldı. |
İktidara gelişlerinden beri Fethullahçılarla iyi ilişkiler kuran AKP, kültürel ve sosyal iktidarı tesis etmek için yine Fethullahçılarla çalıştı. Örneğin Türkçe Olimpiyatlarını düzenledi. Çeşitli spor organizasyonlarını düzenlemek AKP’ye bağlı dernek ve vakıflar aracılığıyla yapıldı. 2013 yılından itibaren AKP ile Fethullahçılarla arasında çıkan güç savaşı sonucunda yaşananlar siyasi iktidarında dengesizlik yarattı, bu süreçten sonra ekonomik buhrana giren Türkiye genç nesillerine sebep sunmak zorundaydı. Çünkü yeni jenerasyon ekonomik veya siyasi kriz görmemişti. 90’lardan sonra ve 2000 başında doğan gençler artık büyümekteydi, doğru düzgün siyasi ve ekonomik kriz görmemişti. Onların çocukluklarında ve ilk gençliklerinde düzenlenen spor, kültür ve sanat organizasyonları düzenlenmemeye başladıkça iktidara duyulan öfke giderek arttı. İktidar siyasi iktidarı elinde tutmak için çabalarken giderek kültürel alandaki etkisini kaybetti. Muhafazakâr ailelerin çocukları giderek dinden uzaklaştı, seküler ailelerin çocukları AKP’lilerin tahmininden uzak hareket etmeye başladı. AKP buna tepki olarak seküler hayat tarzına darbe vurmaya başladı. Beyoğlu değişti, gece mekanlarına gelen yasaklar, alkol ürünlerine gelen ağır vergiler, içki saat yasağı derken… Türkiye’nin en büyük camisi Büyük Çamlıca Camisi açıldı, Ayasofya “yeniden” ibadete açıldı. Ekonomik kriz devam ederken kendi seçmenini birleştirmek için, siyasi emellerle yapılan bu hamleler zaten bir türlü gelmeyen kültürel iktidarı iyice kaybetmelerine yol açtı. Kültürel alanda iktidar olamayacağını anlayan AKP’nin salgın süreci ve sonrası dönemde “ben iktidar değilsem, kimse olamaz” denilebilecek bir politika yürüttü. Gece müzik yasağı, artan vergilendirmeler, sanat ve kültür etkinliklerinin askıya alınması gibi olaylar seküler hayat tarzına vurulmaya çalışan darbelerdi.
|
kaynak: https://unsplash.com/@inlovewphotography |
AKP ve onun yarattığı konfor alanından yararlanan muhafazakâr camia sanatla kültürle olan bağını, gerçeklikle kopardığı gibi, koparmıştır. TV dizilerinde TRT ve ATV gibi kanallarda yayınlanan tarih dizilerini izlemek yerine “beyaz türklerin” egemen olduğu kanallardaki dizileri izleyen yine AKP’liler olmuştur. Mutluluk, konfor ve dokunulmazlık gibi kavramlar Ak partililer ve muhafazakârlar üzerinde büyük yük olmaktan öteye gidememiştir. Muhafazakâr camia doğru sorgulama yöntemlerine gidermiyor, büyük paralar harcanmasına rağmen bilimsel çalışmalara yeterli ilgi ve alakayı gösteremiyor ve seçmeninde bu tarz konularda -bilim, sanat ve kültür- heyecan yaratamıyor. Diğer tarafta ise AKP’nin düşüncesine göre “kültürel iktidar” olan seküler kesim var. AKP’liler “beyaz Kemalistler” demeyi tercih etse de durum hiç böyle değil. Bütün engellemelere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun hayali olan medeniyet ışığında hareket etmeye çalışan sanatçılar var. Hiçbirine AKP’lilere sağlanan konfor alanı sağlanmıyor, özel hayatlarına müdahale ediliyor ve televizyonlardan ihraç ediliyorlar. Bütün bu yaşananlara rağmen sanatlarını üretmeye devam ediyorlar. Sonradan görmelikten uzak içten gelişen kültür ve sanat aktivitelerini hayatlarında “zorunluluk” olarak değil, “yeterlilik” olarak baktıklarından hala daha cumhuriyetin “öz” bireyleri kültürel anlamda sekülerleri iktidarda tutuyor. Belki seküler iktidar “1000 yıl sürmeyecek” fakat kültürel iktidar 1000 yıl daha sürecek tüm bunlara rağmen. Mor ve Ötesi grubunun 2022 yılında çıkardığı Sirenler albümünde Tünel adlı şarkısındaki sözlere bakalım ve düşünmeye devam edelim.
“Şimdi kalbin
Küçücük bir adamın
Korkunç düşlerinde
Var olmak için ağlıyor
...
Şimdi kalbin
Kocaman bir yalanın
Sonsuz yüklerinden
Kurtulmak için çarpıyor
…
Cennetim
Cehennemim
Seni nasıl sevdim
Seni ne çok sevdim.”
Bir tarafta hayalleri engellenmeye çalışılan bir kesimin sesini, karamsarlığını ve düşüncelerini şarkılarla anlatmaya çalışan Mor ve Ötesi diğer tarafta ise bütün para ve iktidar güçlerini kullanıp aynı şekilde durumlarını anlatmaktan uzak muhafazakâr aydınlar veya sanatçılar…
Aynı albümde AKP’ye karşı durulan ikinci direnişe gönderme yapılan Park şarkısına da bir bakalım:
“Dün neler mi kaybettin?
Belki zamanın yok şimdi
Gidenler geri gelmez ama
Boş yere yorulmadı kalbin
Adını bilmesem de kardeşsin
Biz neye söz vermiştik
Yüzümü gördüğünde gül artık
Biz bir kabusu yendik
Yok, yaralara dokunmak yok
Gök de bir bize, ağaç da bir
Sabrın tükendi ama, aman
Onlara asla benzemedin
Adını bilmesem de kardeşsin
Biz neye söz vermiştik
Yüzümü gördüğünde gül artık
Biz bir kabusu yendik”
O günleri yaşamış olan, “gerçekten” mağduriyet gören kişiler arasında Mor ve Ötesi üyeleri. Bu müzikte o mağduriyetten toplumca nasıl çıktığımız bizlere hatırlatıyor. Mağdur edebiyatı yapmak yerine, sorunlara çözümle bakan kişilerin sanatlarını nasıl icra ettiğine bakmak epeyce keyifli.
Gelelim endişeli muhafazakarlara… Aslında böyle bir kavram yok ancak medyada sürekli dolaşımda olduğu için böyle bir kavramın varlığı insanlar üzerinde etkili oluyor. Endişeli muhafazakârlar yok. AKP iktidarı döneminde elde ettiği kazanımları -maddi anlamda- kaybetmemek için “korkan” insanlar var. Mağduriyetlerini tarih boyunca yaptıkları gibi çığ gibi büyütmeye çalışmak var… İnsanları aldatmaktan öteye gidemeyenler var. Türkiye tarihi boyunca son 20 yılda sekülerlere yapılanların onda biri muhafazakâr vatandaşlara yapılmadı. Sekülerler ise bu hayat tarzını savunmaya ve mağdur edebiyatı yapmamakla direndi. Şarkılarda, tiyatrolarda veya internette çözümler aramaya devam etti. Tüm bunların ardından şu sözler söylenebilir. Bize yapılan muhafazakâr dayatmayı, kabusu bir kere yendik. Bir kere daha neden yenemeyelim?
Hiç yorum yok: